Cannes’dan kalanlar

Cannes Film Festivali elbette sinema tutkunları ve sektöre bir şekilde bağlı hemen herkes için gerçek bir mabed. Sevgili Mehmet Basutçu’nun deyimiyle sinemaya inananlar için adeta bir hac yolculuğu niteliğinde Cannes’a gitmek. Biz de bu yıl bir kez daha görevimizi yerine getirmenin huzuru ve haklı yorgunluğu ile festivali kapatmış olduk. Üstelik bu kez, bu satırların yazarı kapanış törenini bizzat o efsane salonun içinden izledi…

KIRMIZI HALI’DAN NASIL ATILDIM?

Hemen telaşlanmayın, son içki zamlarını protesto etmek için çıplak bir halde kırmızı halıya atmadım kendimi (ki aslında fena bir eylem olmazmış) ama kapanış gecesi gerçekten ilginç bir şekilde başladı diyebilirim. Anlatayım…

Kapanış gecesi için törene saatler kala çıkan davetiye bir anlamda günün tüm trafiğini değiştirdi. Törenden sonra, gece saat 12.00’de başlayacak kapanış partisi için bir gün önceden davetiyemi almış ve kıyafet olarak ne giyeceğimi düşünmeye başlamıştım gerçi ancak törene katılacak olmamın kesinleşmesiyle bu tartışmayı tamamen rafa kaldırdım çünkü smokin mecburiyeti vardı. Ben de smokinimi giydiğim gibi davetiyede söylenen saate doğru belirtilen girişe gittim. Ancak burada hiç beklemediğim bir soruyla karşı karşıya kaldım: “Kıyafetinize uygun bir gece ayakkabınız yok mu?”

Bu noktada hemen bir parantez açayım, ayağımda Stanley Kubrick’in en sevdiğim filmlerinden “The Shining”in o meşhur sarı renkli afişinden mülhem ve üzerinde açık açık “The Shining” ve yanlarında “Redrum” yazan, arkasında da “Room 237” ibaresi bulunan fena halde havalı Vans ayakkabılarım (üstte) vardı. Yani ayakkabı seçimim son derece bilinçli yapılmıştı, yoksa rugan ayakkabı giymeyi ben de bilirim. O yüzden de beni durduran genç hanıma cevaben “Benim gece ayakkabım bunlar” dedim, “Gördüğünüz gibi üzerinde de Kubrick’in filminin adı ve renkleri var”… Görevli çaresizce etrafına baktı ve daha kıdemli bir hanımefendi hemen yanımıza seğirtti. “Maalesef basket ayakkabılarıyla alamıyoruz” dedi, beni iyice şaşkınlığa boğarak. “Bakın” dedim, “bunlar basket ayakkabıları değil, ayrıca geçen yıl Spike Lee ayağında Nike’larla geldiğinde ona engel olmadınız”. Bu dediklerime yanıt gelmedi elbette (herkesin bildiği bir çifte standart ama kimse de açıkça ifade edemiyor, kurallar bir yere kadar uygulanabiliyor, kim olduğunuz önemli anlayacağınız) ama bana kırmızı halıdan geçmemeyi kabul edersem başka bir kapıdan içeri girebileceğim söylendi. Bu duruma içten içe sevinmedim de değil doğrusu; birincisi daha önce o kırmızı halıdan üç-dört kez yürümüştüm zaten, o konuda içimde kalan bir şey yok. Üstelik bu kez yalnız yürümem gerekecekti ki, zaten çok anlamsız. Hepsi bir yana artık selfie çekmeye de izin verilmiyor, belgelenecek bir anı da olmayacak yani. Sonuçta belki yaka paça kırmızı halıdan atılmadım ama kırmızı halıya ayak basamadan salona girmiş oldum.

SENİ UZAKTAN GÖRMEK…

Salon gerçekten dev gibi, bunu özellikle balkondan baktığınızda daha iyi kavrıyorsunuz. Daha önceki gala maceralarımda parterde ya da yan balkonda oturduğum için çok iyi anlayamamıştım ama bu kez bir hayli yüksekte olan koltuğum sayesinde 2300 kişilik Lumiere Salonun’nun ihtişamını ciddi anlamda hissettim. Düşünün ki sadece balkonda 1450 koltuk var! Tabii balkondaki bu koltuğun en önemli dezavantajı da sahneye bir hayli uzak oluşumdu, bu kadarını beklemiyordum açıkçası. Öyle ki sahneye gelenlerin yüz hatlarını bile seçmekte zorlanıyordum bazen, üstelik çok nadiren kullanılan dev ekranda çoğu zaman sadece festivalin logosu ya da verilen ödülün başlığı beliriyordu, oysa ekranın yeri değiştirilip (tam jürinin oturduğu bölümün arkasındaydı, yani saçma bir konumlandırma yapılmıştı) tüm konuşmalar oradan verilebilirdi ve biz de her ayrıntıyı hakkıyla yakalayabilirdik. Daha iyi gözünüzde canlanması açısından yukarıda gördüğünüz fotoğrafla (töreni aşağıdan izleyenlerin gördüğü) aşağıdaki footoğrafı (benim gördüğüm) karşılaştırmanız yeterli olur.

Aklımda kalanları hızlıca sıralayacak olursam:

Jüri başkanı Vincent Lindon “Jüri başkanı olarak ağırlığımı koyacağımı sandım ama heyhat, demokrasi ne pis bir şeymiş” minvalinde esprili bir konuşma yaptı ama “We want four more years” diyerek aynı jürinin gelecek yıl yeniden görev yapmasını talep ettiği konuşmasından anladık kikaraklar öyle kolaylıkla alınmamış ve muhtemelen sert tartışmalar yaşanmış. Üstelik Fransız sinemasına sadece bir özel ödülün (Claire Denis’nin “Stars at Noon” adlı filmine) çıkması da ilginç bir durumdu.

Claire Denis demişken, ödülü almak için sahneye çıktığında balkonda benim sol tarafımdan bir ‘yuuuh’ çığlığının yükseldiğini de eklemek isterim. Gecenin ilginç anlarından biriydi.

Gecenin galipleri arasında Belçika sinemasını saymak gerek herhalde, zira tam üç film (ki zaten üç Belçika filmi vardı) gecede jüri tarafından farklı ödüllerle taltif edildi.

Güney Koreli sinemacı Park Chan-wook En İyi Yönetmen ve tyine Güney Koreli oyuncu Song Kang-ho En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alarak gecede Güney Kore sinemasının ağırlığını hissettirmiş oldular.

Ruben Östlund’un Altın Palmiye alan “Triangle of Sadness” adlı filminin ortak yapımcıları arasında TRT’nin oluşu ne kadar ilginç bir durumsa, İranlı sinemacı Ali Abbasi’nin gecede başrol oyuncusu Zar Amir Ebrahimi’ye En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran filmi “Holy Spider”ın Türkiye’de çekilmesine izin verilmemesi (film bu yüzden Ürdün’de çekilmiş, sevgili Ahmet Boyacıoğlu ile yaptığımız sohbet sayesinde öğrendim bunları da) meselesi de o denli ilginçti.

Tören sonrası önce yemekli bir davet (ki ona davetli değildim) sonra da Carlton’ın plajında bir parti vardı ve saat 12.00’ye doğru oraya gittim. Bol bol şampanya görünümlü prosecco eşliğinde deli gibi dans edildi ve iki saat sonra da otele uyumaya dönüldü… Ödül kazananların basın toplantıları ancak geceyarısı bittiği için onların bazıları ilk davette görülmüş, ama anlaşılan kimsenin hali kalmamış ki o şöhretlerden bizim partiye gelen olmadı. Ya da benden sonra geldiler ve müthiş danslarımı kaçırdılar… Onların kaybı, ne diyeyim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir